Şahit olduğu kadar yaşar insan. Gördüğünü, duyduğunu ve hissettiklerini şahitliğe vardırdıysa, işte o zaman gerçekten yaşamış olur.
Bazen yolda yürürken onlarca şey görürüz ama hiçbirine şahit olmayız. Arkadaşımızın babası vefat eder, arar başsağlığı dileriz. Ama içimizde hiçbir hüzün oluşmaz.
İnsan şahit olamadığını hissetmez.
Şahitlik için durmak, bakmak, anlamak, uygulamak gerekir. Dışarıdaki bilgiyi içeriye almak gerekir.
Şahit olduğu kadar yaşar insan…
Doğal gazın yeni yeni hayatımıza girdiği, ama sokaklarda açık kanalizasyon çukurlarının tehlike saçtığı yıllardı. İnsanlar kanalizasyon çukurlarına düşüp yaralanıyordu, ölüyordu. Hem çok methedilen doğalgazla kendimizi medeniyetler seviyesinde hissediyorduk… Hem de her an bir çukura düşmenin endişesiyle yoksulluğumuzu yaşıyorduk.
İçtiğimiz meyve suyunun kutusunu yere atmaktan utanacak kadar edepli çocuklardık…
Annemize “of” demenin bile büyük bir saygısızlık sayıldığı zamanlardı…
Aşkından hasta olan insanları anlar, aşıkların duasının kabul olduğuna inanırdık…
Her şey daha temizdi.
Ve Damla, ayaklarını sürüyerek apartmanın merdivenlerinden inerken o günü ömrünün sonuna kadar yanında taşıyacağını bilmiyordu. Her üzüldüğünde dönüp bugüne sığınacağını bilmiyordu.
Bakkala gitmek istemiyordu. Ama tek çocuk olmanın getirdiği bir zorunlulukla, yine o gitti. Bu bilmemezlikle önce çöpü attı sonra ayaklarını sürüyerek bakkalın bulunduğu yokuşa doğru yürümeye başladı. Ayaklarını o kadar sürümüştü ki terliğinin hafif açılmış olan kenarı kopmak üzereydi.
Eğildi terliğine baktı, birden bir canlılık geldi içine. Neden bu kadar direnmişti sanki bakkala gitmemek için. Evin tek çocuğu olmasının sonucuydu bu. Bakkala, manava, kasaba ve birçok yerlere Damla giderdi.
Zaten Damla gitmese, “tamam kızım sen dur ben giderim” diyecek bir babası yoktu Damla’nın. Üzüldüğünde “prensesim” diyecek, biraz geç gelse eve nerede kaldığını merak edecek bir baba eksiği vardı. Anneciği gece gündüz çalışıp ikisine de bakıyordu bakmasına… Ama bakmakla görmek aynı şey değildi bizim hikayemizde de.
Biraz şefkat hiç fena olmazdı, biraz yükü paylaşmak… Biraz birbirini anlama çabası. İlişki yani, bağ kurmak hiç fena olmazdı. Ama 90’larda savrulan yapraklar gibiydi insanlar. Birbirlerini önemsemekle, bireyin önemini vurgulamak arasında sıkışmıştı.
Ayağına terliğini giydi yeniden, yürümeye devam etti. Ama artık ayaklarını sürüyemezdi, terliği ayak sürümeye müsait değildi. Elindeki paraya baktı usulca, kendisine gofret alamazdı, hayır! Bu paranın üçüncü yumurtaya yeteceği bile şüpheliydi. Belki borç yazdırabilirdi ama o zaman da annesi kızabilirdi. Nefsiyle annesinin kızma ihtimali arasında sıkışmış bir halde bakkalın kapısına vardı.
Küçük sarı saçlı çocuk ondan önce davrandı. Damla da araya girmek istemedi ki gofreti yazdırdığına kimse şahit olmasın. Çocuğu beklemeye başladı.
Küçük çocuk elindeki parayı bakkala verdi ve o yılların en çok içilen ucuz sigarasından istedi. Adama parayı uzattı, adam sigarayı…
Ve adam ekledi; “Al Canım”.
Birden güneş doğdu dükkânın içine.
Bir bahar havası geldi, çiçek kokusu sardı her yeri.
Çocuğun üzgün ama daha çok bıkkın gözleri parladı. Sigarayı alıp sımsıkı kavradı.
Dükkânın önüne çıktığında Damla arkasından kapıya yürümüştü bile.
Çocuk paketi sımsıkı tutuyor ve tekrar ediyordu; “Bana Canım dedi” “Bana Canım dedi”.
Damla o an fark etti. O çocuğun küçücük ayaklarına geçirdiği koca adam terliklerini, bu soğuk havada üşüyüp kızarmış ellerini. “Montu nerede bu çocuğun” diye o zaman düşünmedi elbette. Ama ondan sonraki günler hep bunu düşündü.
Çocuğun tebessümü tüm dünyayı kurtaracak güçteydi. Ve bir çocuğu tebessüm ettirmek bu kadar basitti işte.
Damla kapıdan bir daha girdi, artık bir dakika önceki Damla değildi. Bakkal amca da bir dakika önceki bakkal amca değildi. İçinde derin bir saygıyla iki yumurta bir ekmek aldı. Üçüncü yumurtanın bahsini açmadı, gofret aklının ucuna bile gelmedi. Bir çocuğun tebessümü kaplamıştı içini. Başka bir açlık hissetmiyordu artık.
Ne kadar baktıysa da bir daha görmedi mahallede çocuğu. Ama hiç de unutmadı, her Ramazan aklına geldi o çocuk.
Küçük bir çocuğa bir şey verirken ısrarla “Canım” demesi hep bundandı.
Aynı anı bir daha bir daha yaşamak istiyordu.
Çünkü küçük bir çocuğun gelmediği bir dünyanın merhametine inanamıyordu.
“İnsan ancak içinden geçtiği öyküye dışarıdan bakınca anlayabilir” gerçekliğini anlatan, Damla’nın terliklerinin yere sürtmesini bile hissettirebilen bir öykü…
YanıtlaSilBir anlık olay nasıl kalıcı izler bırakabiliyor insanda..
YanıtlaSilEmeğinize sağlık🍀
YanıtlaSilHangi mahallede, kimin, kaç çocuğu var bildiğimiz yıllar.
Mahalleye gidip tüm çocukları sevme isteği uyandırıyor❤️
Şahit olduğu kadar yaşar insan..
YanıtlaSilZsmsn geçse de, yer, kişi farketmez, eğer samimiyet varsa hala ümit var demektir.. Samimiyet yoksa ise çok şey olmasına da gerek yok.. Çünkü zaman geçtikçe kıymetini kaybetmeyen samimiyet zamanı güzelleştirir...
YanıtlaSilMerhametin ve şefkatin gücünü hatırlatan bir makale olmuş emeğinize sağlık 👏🏻
YanıtlaSilBu güzel yasanmisliklardaki ders cikarmalar olmasa hayatin ne anlamı kalıyor ki .... Elinize sağlık...
YanıtlaSil